Osmanlılarda kıyafet, toplum yaşamının bir
ifadesi olup, giysinin kumaşı kadar, renginin de bir anlamı vardı ve giyenin
ait olduğu toplum düzeyini yansıtmaktaydı. Sarayda giyilen kumaş, biçim ve
renkte kıyafeti halkın giymesi yasaklanmıştır. Ayrıca, giyenin mevkii ne olursa
olsun, giysileri giydiği yere ve zamana göre değişmektedir. Törende ve seferde
giyilenler günlük giyilenlerden farklıydı. Kıyafet hakkında seyahatnameler ve
yabancıların hatıraları önemli bilgiler vermektedir. Osmanlı Döneminde 1554’den
1562’ye kadar Avusturya elçisi olarak görev yapan Ogier Ghiselin de Busbecq bu
süredeki gözlemlerini arkadaşına yazdığı mektuplarında: Türklerin felaketi hatırlattığı
için siyahı sevmediklerini ve daha çok yeşili tercih ettiklerini anlatmıştır.
Ayrıca; başları sarıklı büyük bir kalabalığa bakıldığında, bembeyaz ipekli
kumaşlara bürünmüş, bir renk cümbüşünün yaşandığını ve o zamana kadar böyle bir
manzarayı görmediğini itiraf ettikten sonra bu kadar zengin ve göz alıcı
görünüşte bile bir sadelik ve tutumluluk olduğuna dikkat çekmiştir. En üstten
en alt kademedeki memura kadar hemen herkesin aynı biçimde elbiseler
giydiklerini, Türklerin elbiselerinin boyunun topuğa kadar uzun olduğunu bunun
da onları iri yarı ve uzun boylu gösterdiğini, kendilerinin ise elbiseye hesapsız
para harcandığını ve elbisenin boyunun kısa ve dar olduğunu bunun da vücudun
bütün hatlarını olduğu gibi meydana çıkardığını bu durumun da adamın boyunu kısa
ve adeta cüce gösterdiğini yazmıştır. 16.yüzyılda Türkiye’ye gelen İngiliz
seyyah F. Moryson ise o dönemde giyilen başlık ve külahlar ile üzerine sarılan
tülbentlerden erkek ve kadın giysileri ile aksesuarlarından geniş örnekler
vermektedir.
Bu konudaki bir başka örnek 18.yüzyılın başlarında
Osmanlı’ya ait gözlemlerini anlatan Lady Montagu’nun mektuplarıdır. 1 Nisan
1717’de Edirne’den Kontes…ye yazdığı XXVIII. mektubunda Montagu, üzerindeki kıyafetinden
hareketle Osmanlı giyimini şöyle tasvir etmiştir:”…Çok geniş bir şalvarım var.
Bu şalvar gayet ince, gül penbesi, kenarı sırmalı damiskadan yapılmış.
Terliklerim beyaz deriden ve sırma işlemeli. Şalvarın üzerine beyaz ipekten,
etrafı kamilen işlemeli bir tül gömlek sarkıyor…Entari, adeta vücuda göre
biçilmiş bir caket…beyaz Şam kumaşından…Uzunluğu ayaklarıma kadar…Kürk, Türk
kadınlarının bazan giydikleri, bazan çıkardıkları bir ev libası…Başa kalpak
denilen bir serpuş giyiliyor” dedikten sonra çeşitli işlemelerden söz etmiş ve
devamla” Türkiye’de güzeller İngiltere’dekinden daha çok ve hepsi de mütenevvi.
Burada hiçbir kadına tesadüf edilmez ki güzel olmasın. Hemen hepsi de kara
gözlü, tenleri dünyanın en güzel renginde. Bence İngiltere Kral Sarayı bütün Hıristiyanlık
âleminde en güzel kadınların bulunduğu bir yer ise de, orada da buradaki kadar
güzel yok..Gözlerinin etrafına sürme çekiyorlar, bu suretle kirpikleri aydınlıkta
ve hele gündüz oldukça bir mesafeden parlıyor. Bunu Rum kadınları da kullanıyor…”
Bir başka hatıratta ise 19.yüzyılın Osmanlı İstanbul’unda kıyafetlerin çok şaşırtıcı
olduğu, aynı şekilde giyinmiş iki kişiye rastlanamayacağı belirtilerek, başa
sarılmış, şallar, kareli mintan ve cepkenler, ruhban kıyafetleri ve yeşil,
turuncu, sümbül renkli feracelerden ipek gömleklere, sırma işlemeli mendillere
kadar Türk kadın kıyafetlerini hayranlıkla seyredilebileceği belirtilmiştir.
Osmanlı’da Hıristiyanların yaşayış biçimleri
Müslümanlardan ayrılmış ve bunların kendilerine benzememeleri konusunda dinî
bir titizlik gösterilmiştir. Hıristiyanlar yaşayışlarında ve giyimlerinde
birçok kayıtlara tabi tutulmuşlardır. Türklerin gayrimüslimlere olan üstünlüğüne
büyük bir özen gösterildiği kadar Hıristiyanlar arasındaki merasim silsilesine
de riayet edilmiştir. Rumlar ön safta olmak üzere Ermeniler ve daha sonra da
Yahudiler gelmiştir. Gayrimüslimlerin kıyafetleri divandan çıkan hükümlerle
belirlenir, onlar bu hükümlerin belirlediği kıyafet dışında elbise giyemezler,
aksi halde cezalandırılırlardı. Gayrimüslimlerin kıyafetleri de birbirinden
farklı kılınmıştı. Osmanlı’da her kesimin değişik şekillerde belirlenmiş kıyafetleri
vardı. Bunun dışına çıkanlar uyarılmışlardı.
Osmanlılar, Yeniçerilerin halktan ayırt
edilebilmesi için askerî kıyafeti kabul ettiler. Bundan 121 yıl sonra Fransa’da
bazı süvari bölükleri için üniforma kabul edildiğine bakılırsa, askerî kıyafeti
ilk kez Osmanlıların kullandığı söylenebilir.
Dinen “elbisenin hayırlısı beyazdır” hadisi
gereği Selçuklu ve Osmanlıda beyaz renge önem verilmiştir. Ferace, Fatih
dönemine kadar Osmanlı Sultanlarının kıyafeti olmuştur. Osmanlılarda ayakkabılar
da rengine göre farklılık göstermekte olup, subaylar sarı, erler kırmızı, ulema
ise mavi renkte ayakkabılar giymişlerdi.
Osmanlı kadın giyiminde zaman içinde entari,
şalvar ve gömlek ile ceket ve etek olarak üç tip kıyafet kullanılmıştır. Sokağa
çıkan kadınlar kıyafetlerini ferace veya çarşafla tamamlarlardı. Yüzlerini de
yaşmak denilen bir örtü ile örterlerdi. Feraceler toz pembe, havai mavi, açık
yeşil gibi uçuk renkte yapılan bol bir giysidir. Evde modası pek değişmeyen
şalvar giyilmiştir.
Tho.Mc.Lean isimli bir İngiliz, 1818’de
Londra’da Türk Askeri Kıyafetleri üzerine yazdığı eserinin önsözünde özetle
şunları söylemiştir: “Türkler güzel bir cins halk diye tabir olunabilir. Genel
seviyeden yüksek boylu olanlar hayli derecede zarafet sahibidirler… Vakarlı ve
ruhlu simaları vardır. Bu güzelliklerinden bazıları ihtimal kıyafetlerinin
şekil ve tarzından ileri geliyordu. Türklerin kıyafet ve elbisesi genelde
giyenlerine önem ve itibar verecek ve hatta heybetli gösterecek şekilde hesap
edilmiştir. Muhteşem bir sarık, zengin ve iri katları ile başı sarmakta genelde
kıymetli kumaştan ve enfes güzellikte olan bol ve sarkık bir kaftan vücut ve
endamı kaplamakta, güzel bir kuşak ile bel tarafı sarılmakta yatağan, hançer,
piştovlar ve diğer silahlar kuşağın arasına sokulmakta ve gayet değerli Şam işi
palanın kumaştan sarkmakta olduğu görülmektedir. Güneşten yanmış yüzüne siyah
gözleri zarif bir güzellik vermektedir. İri bıyıkları ise aynı zamanda hem
sevimli hem de seçkin olan bir çehreye sertlik ve şan vermekteydi.”
Anadolu’da giyimin tarihi M.Ö. 7000 yıllarına
kadar uzanmakta olup, pek çok kavmin etkisiyle meydana gelmiştir. Anadolu’daki
kadın erkek kıyafetleri günümüze kadar belli bir senteze ulaşarak
gelmiştir.Türk kadınları manto gibi uzun bir elbise olan feraceyi 18.yüzyılın
başlarına kadar giymişler, ancak II.Abdülhamid devrinin ortalarında giyilmesi
yasak edilmiş, daha sonra yerini çarşaf almıştır.
Osmanlı döneminin başlarında askerden başka
herkesin istediği gibi giyindiği yalnız asker ve memurların elbise ve kıyafete
tabi oldukları görülmüştür. Herkesin hangi sınıf memur ya da asker olduğu başındaki
kavuğundan, sırtındaki kürk ve cübbesinden anlaşılırdı. Sakal mülkiye ve ilmiye
sınıfına özgü olup asker sakal bırakmazdı. Özel kanunlarla her askerin kıyafeti
belirlenmişti.
Osmanlı’da Avrupa modasını ilk takip edenler
saraya ve üst sınıfa mensup Müslüman kadınlar olmuştur. Dolayısıyla kıyafetteki
değişim ilk önce sarayda başlıyor, sonra mali durumu iyi olan ailelerde, daha
sonra da halkta görülüyordu. Batılı giyim önce eldiven, çorap gibi
aksesuarlarda başlamış, zamanla dış giyimi etkilemiştir. Avrupai kıyafetler
ekonomik duruma göre ya kendileri giderek veya orada yaşayan yakınları aracılığıyla
Paris’ten getirtilmiş veya diktirilmiştir. Bu gelişmeler sonucu 19.yüzyılın
sonunda ferace ve yaşmak zamanla kaybolmaya yüz yutmuş ve II.Abdülhamid
döneminde feracenin yerini peçe ve çarşaf almaya başlamıştır.
Osmanlı topraklarına gelerek 1490’larda İstanbul’a
yerleşen Yahudilerin de kıyafetleri kendine özgüydü. Levi’ye göre Yahudi kıyafetinin
gelişiminde üç unsur etkili olmuştur. Bunlardan biri Anadolu topraklarında
yaşayan Bizans Yahudilerinin (Romaniyot) geleneksel kıyafeti; diğeri İspanya’dan
Osmanlı topraklarına sığınan Yahudilerin beraberinde getirdikleri İspanyol
giyim tarzı bir diğeri ise Osmanlı Türk giyim anlayışıdır. Osmanlıda kıyafet
kişisel zevkten öte bir konuydu ve toplumsal hiyerarşinin korunmasındaki temel
unsurlardan biriydi. Müslüman kesim ile gayri Müslim arasındaki farkın belli
olması ve gayri Müslimlerin giyimlerinin daha gösterişli olmasını önlemek için
padişahlar yayınladıkları fermanlarda şu konulara dikkat çekmişlerdir: 1-Tüm
‘kafirler’ gibi İslam dininde kutsal olan yeşil renk Yahudilerde yasaktı. Beyaz
özellikle Müslümanlar tarafından başlıklar için kullanılırdı. Yahudilerin
özellikle dış sokak giysileri genelde koyu renk veya siyahtı. Ayakkabılara da
aynı kısıtlama getirilmekteydi. Müslümanlar sarı, Yahudiler siyah renk ayakkabı
giyiyorlardı. 2-Yahudiler tarafından kullanılan kumaşlar Müslümanların kullandıkları
kumaşlardın daha lüks veya kaliteli olamazdı. 3-Başlıklarda kullanılan kumaş
uzunluğu ve cübbenin genişliği belli ölçülere uymak zorundaydı. Aslında kıyafet
ayrımını Yahudiler de istemekteydi. Bu, Tevrat’ta yer alan “Oturduğun Mısır
diyarının veya seni götürdüğüm Kenaan topraklarının alışkanlıklarını taklit
etmeyeceksin ve adetlerini uygulamayacaksın” buyruğunun da gereğiydi. Yahudi
erkekler Yahudi olmayanlardan sadece elbiselerinin rengi ve taktıkları başlıklarla
ayırt edilmekteydiler. Başlarına yukarı doğru silindir şeklinde bir başlık
takmaktaydılar. Başlığın alt kısmı renkli bir türbanla çevriliydi. Dönemin
Yahudi kadınları, koyu renk cübbe, başlarını örten geniş şal giyerlerdi. Gün
içinde şalvar ve elbise gibi rahat giysiler tercih edilirdi ve bu giysilerin
türleri yöreye göre değişirdi.
Osmanlı Sarayında Sultanlar giyim kuşamlarına
çok önem vermişler, pahalı ve lüks kumaşlardan dikilmiş kaftanlar giymişlerdir.
Sultanlar günlük yaşamlarında altta şalvar, üstte gömlek veya iç entarisi
üzerine de kısa veya uzun kaftan giyerlerdi. Hem erkek hem kadın giysisi olan
feraceler ile kaftan ve her padişahın farklı isimlerle anılan başlıkları vardı.
Bayramlarda, cenaze ve tahta çıkma törenlerinde, elçi kabullerinde, savaşta
giyilen giysiler ve renkleri değişirdi. Çocukların da kendilerine göre olan
giyimleri 18.yüzyıla kadar geleneksel olup, bu yüzyıldan sonra Batının etkisine
girmiştir.
Kısacası, Osmanlı’da elbiseden ziyade
özellikle başa giyilen başlıklar önemliydi.Erkeklerin başlarına giydikleri sarık,
rütbe ve makamı belirlerdi. Askerî ve sivilin kıyafeti ile kadınların kıyafeti
ayrı ayrıydı. Kıyafet ve özellikle başlık bir insanın dinini ve sosyal
statüsünü belirleyen önemli unsurlardı. II.Mahmud dönemine kadar geleneksel
giyim tarzı uygulanan Osmanlı’da saray mensupları ile devlet görevlileri ve
askeri kesimin uyulması zorunlu olan kıyafetleri olmuştur. Dini ve etnik azınlıkların
da özel kıyafetleri vardı.
Batı karşısında 17.yüzyılın sonlarından
itibaren yenilerek toprak kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti’nde yenileşme
hareketlerine başlanmıştı. İki yüz yıllık dönemi kapsayan bu süreçte zamanla
Batılılaşmanın boyutları genişlemiş ve eğitim, hukuk, siyaset gibi alanlara,
dolayısıyla dış görünüşe yani kıyafete de yansımıştı. İlk yenileşme orduda olduğu
için bu konudaki ilk değişim de askeri kıyafette meydana gelmiştir.
III.Selim’in (1789-1807) gerçekleştirdiği Nizam-ı Cedid hareketiyle aynı ismi
alan yeni Avrupaî bir ordunun kıyafetinde de eskiden uzaklaşma başlamıştır.
II.Mahmud dönemine (1808-1839) gelindiğinde 1826’da Yeniçeri Ocağını kaldırılarak
Avrupaî tarzda Asakir-i Mansure-i Muhammediye adında bir ordu kurulmuştur. Yeni
ordunun kıyafeti Batı tarzında ceket ve pantolon olarak düzenlendi. Yeniçeri kıyafetlerindeki
askeri sınıfların, rütbelerin farklı renk ve biçimdeki başlıkları yeni askerî kıyafetle
terk edilerek tek örnek elbise ile başlık olarak da mavi püsküllü Tunus fesi
kabul edilmişti. Tunus’a elli bin fes siparişi verilmiş ayrıca yeni ordunun
çeşitli ihtiyaçları için modern fabrikalar kurulmuştur.
Kürk, II.Mahmud döneminden sonra kullanılmağa
başlanmış ve Rusya’dan getirilmiş olan bu kürkler Ruslar için Osmanlı ülkesinde
önemli bir ticaret aracı olmuştur. Asker ve memurlar için devleti temsil
ettiklerinden düzenli olması için setre ve pantolonu kabul etmiştir. Halkı ise
serbest bırakmıştı. Halk için “başı bozuk” deyiminin kullanılması, istediği
şerpuşu giymesinden ileri gelmiştir.
II.Mahmud’un neden kıyafetle uğraşıp ele aldığını
ve bu inkılâbın önemini o tarihte İstanbul’da yaşamış olan bir İngiliz gazeteci
şöyle belirtmiştir: “Kıyafette ıslahı meydana getirebilmek için fazla enerji
sarf edildi. Çünkü kıyafet halkı Avrupalılardan ayıran büyük bir maniaydı II.
Mahmud Batı kıyafetini önce kendisi benimseyen ve isteyenlerin de sakallarını
kesebileceklerini irade eden ve yeni kurduğu ordusunu tam bir Avrupa ordusu
olarak görmek isteyen bir padişahtı. Başa kavuk yerine fesin geçirilmesi,
şalvar, cepken setre, pantolon giyilmesini sağlamak istemişti. Yenileşme
hareketlerinde çok ileri gittiği için muhafazakâr çevreler tarafından gavur
padişah olarak anılmıştır”
Falih Rıfkı’ya göre, Doğu milletlerini batılılaştırmakla,
eski kıyafet ve başlıkları değiştirmek bir arada gitmiş bu yüzeyselcilere göre
bir benzeme ve şekilce farksızlaşma, devrimcilere göre kafanın dışını değil
içini değiştirme sayılmıştır. Büyük Petro da Ortodoks Ruslara kalpak yerine
şapka giydirebilmek için Moskova şehrinin etrafını topçu bataryaları ile
çevirmişti.
Kılık kıyafetteki düzenleme sivillere de
uygulanmış ve çeşitli memur sınıflarının kıyafetlerini belirleyen iradeler yayınlanmıştı.
Cübbe ve sarık yalnız ulemanın giysisi olarak kalacak, diğer siviller ise tek
başlık olarak sadece fesi giyeceklerdi. Özellikle kadın kıyafetlerinden ”ferace
ve yaşmak“ değişikliğe uğramıştır. 1880’lerde feracenin yerini çarşaf almaya
başlamıştır. Bu dönemde hanımlar da beyler gibi Avrupa modasını takip etmeye
başlamışlardır. İstanbul hanımları Paris ve Londra modasını izlemişlerdir.
1908’de Meşrutiyet’in ilânıyla özgürlük,
eşitlik, kardeşlik fikirleri önem kazanmıştı. Basından sansürün kaldırılması ve
fikirlerin özgürce ifade edilmesi üzerine Batıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık adıyla
anılan bazı fikir akımları doğmuştur. Bu akımların temsilcileri çıkardıkları
gazete ve mecmualarda Batı karşısında geri kalan ve çözülen devletin kurtuluşu
için çözüm önerileri getirmişlerdir. Bunlardan Batıcılık akımı temsilcilerinin
başta Abdullah Cevdet olmak üzere toplumun gelişmesi, içinde bulunduğu durumdan
kurtulması için savundukları fikirlerini İçtihat isimli yayın organlarında,
1912 yılında Kılıçzâde Hakkı imzalı ‘Pek Uyanık Bir Uyku’ başlıklı yazıda
ortaya koymuşlardır. Bunlar çağdaşlaşmayı ‘ya garplılaşırız ya da mahvoluruz’
sözleriyle açıklarlarken, Batının gülü ve dikeniyle birlikte alınmasını
istemişlerdir. Kadın konusunda tek eşle evliliği, Avrupa medenî kanununu, kadınların
tıp tahsili yapmalarını ve adab-ı muaşeret kuralları çerçevesinde dilediği gibi
giyinmesi gerektiğini; fesin yerine yeni bir serpuş giyilmesini, sarık ve
cübbenin yalnızca din adamları tarafından giyilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
İslamcılar dinî ve manevî değerlerin korunmasını
ve kadının tesettüre riayet ederek istediği eğitimi alabileceğini ve istediği
işte çalışabileceğini ileri sürmüşlerdir. Türkçüler ise dil, tarih ve kültürde
büyük Türk birliğini, kadının kıyafeti konusunda ise, onun giysisinden ziyade
aile ve toplum içindeki eğitim, çalışma ve sosyal hakları üzerinde durmuşlardır.
1908 sonrası Avrupaî giyim tarzı dinî ve millî
değerlerle birlikte ele alınmıştır. Bu dönem kadın dergilerinde giyim, iffetle
ve millileşme ile bağlantılı olarak değerlendirilmiştir. Giyimde milli
ürünlerin kullanılması tercih edilmiştir.
Bir dönem Avrupa kadın modasına örnek olan
Türk kadınının kıyafetleri özellikle başına sardığı örtülerin ‘Türk türbanı’
diye resimlerde yer alması onun Avrupalı kadınlara giyimde etkisi olduğunun kanıtı
olarak gösterilmiştir. Bu dönemde İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde çarşaflı
ve peçeli kadına rastlanmakla beraber, Avrupa modasının hakim olduğu bazı kadın
dergilerinde elbise, manto ve tuvalet modelleri de yer almaktaydı. Peçe ve
çarşaf terk edilmeye başlanmıştı ve 1912’de Amerikan Elçiliği’nde verilen resmî
davete bir Türk kadını peçesiz olarak katılmıştı.
Balkan Savaşları (1912-13) sonrasında göçmen
olarak Balkanlar ve Kafkaslar ile adalardan gelenlerin kıyafetlerinin farklı
olmasından dolayı kılık kıyafette birlik oluşturulmaya çalışılmıştır. Kadınların
çalışma hayatına atılmalarıyla birlikte eski giysileri yerine daha pratik ve
rahat kullanımlı giysiler benimsenmiş, çarşaf ve peçe kullanımı giderek azalmıştır.
İttihat ve Terakki Partisi, Türk Ocakları ile kadın kıyafetini düzenlemeye çalışmıştır.
Enver Paşa Birinci Dünya Savaşı’nda özellikle sıcak memleketlere giden kıtalara
kabalak isimli güneş siperli başlığı icat etmişti. Kara ordusu askerlerine
giydirdiği bu serpuşun adına ‘Enverî’ denilmiştir. Kadın kıyafeti konusunda
tesettürden yana olan Enver Paşa, 1916 Ekiminde kuruluş hazırlıklarına başlanılan
Birinci Ordu Kadın İşçi Taburu için düzenlenen talimatnamede kadın işçilerin
şalvar, ceket ve başörtüsü taşımaları fikrine ilave olarak yeldirme tarzında
uzunca bir elbise giymelerini şart koşmuştu. Milli Mücadele döneminde kalpak
veya sipersiz kasket giyilmişdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder