Son on yılını sürekli savaşlarla geçiren
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na Almanya yanında katılmış ve 30 Ekim 1918’de
imzaladığı Mondros Mütarekesi ile savaştan yenik olarak çıkmıştır. Ülke
topraklarının önemli kısımları Mütareke hükümlerine dayanılarak İtilaf
Devletleri’nin işgaline uğramıştır. İşgallere karşı tepki ve direniş
hareketleri baş göstermiş ve Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak
basması ile Milli Mücadele hareketi başlamıştır Milli Mücadele hareketi
kongrelerde alınan kararlar ve yürütülen askerî harekâtlar sonucunda başarıyla
sonuçlanmıştır.
Bundan sonra ülkeyi ‘muasır medeniyet’
seviyesinin üstüne çıkarmak için çalışılmıştır. Yeni Türkiye Devleti’nın
kurucusu Atatürk, gerçekleştirilen inkılâpların gayesini, Türkiye devletini çağdaşlaştırmak
ve gelişmiş devletlerin seviyesine çıkarmak olduğunu şu sözleriyle açıklamıştır:
”Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye
Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkâliyle medeni bir heyeti
içtimaiye haline isal etmektir…
Türk inkılâbının bir amacı da, Türkiye’nin
modernleşme sürecini engelleyecek kurum ve kuruluşları ortadan kaldırmaya yöneliktir.
Bu amaçla siyasî, hukukî, sosyal, dinî ve eğitim konusunda inkılâplar yapıldı. İlk
siyasî değişim, Lozan Konferansı öncesi 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasıdır.
Bu karar ile Padişahın dünyevî yetkileri elinden alınmış ve saltanat ile
halifelik birbirinden ayrılmıştır. 23 Nisan 1920’de Ankara’da kurulan Türkiye
Büyük Millet Meclisi(TBMM) ise yeni Türkiye Devletini temsil eden tek saltanat
ve hakimiyet makamı olmuştur37. Dünya ve din işlerinin yönetimi birbirinden ayrılarak
dünya işleri milletin egemenliğinin temsil edildiği TBMM’ne verilmiştir. 13
Ekim 1923’te başkent İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış ve ardından 29 Ekim
1923’te Cumhuriyet ilân edilmiştir. Laikleşmenin önündeki önemli engel olarak
görülen kurumlar 3 Mart 1924’te kabul edilen kanunlarla ortadan kaldırılmıştır.
Bunlar, Halifeliğin kaldırılması, Şer’iye ve Evkâf Vekaleti’nin kaldırılması ve
öğretimi birleştirerek medreselerin kapanmasını sağlayan Tevhid-i Tedrisat
Kanunu’dur.
Bütün bunlara karşı toplumun bazı
kesimlerinden tepkiler olmuştur. Tepkileri önlemek ve inkılâpların yerleşmesini
sağlamak için 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanunun
yürürlükte olduğu dönemde ‘Garp Medeniyeti’ dairesine girmek için değişiklikler
kabul edildi. Bu süreçteki inkılâplardan biri de kıyafeti yani dış görünümü
medenileştirmek için yapılan toplumsal alandaki düzenlemelerdir. Eski görünümü
çağdaş hale getirmek, kıyafette de modern dünya ile birlikte hareket etmek için
1925’ten itibaren 1934’lere kadar süren çalışmalara başlanmıştır. Bu dönemde
erkekler için şapka giyilmesi, din adamlarının kıyafetlerinin düzenlenmesi
kanunla belirlenirken kadınların çağdaş kıyafet giymeleri teşvik edilmiştir.
Bir yabancı yazara göre, Atatürk’ün kıyafet
inkılâbı ile şapkanın yanı sıra tüm giysi biçimi değişerek Türk gardırobu
altüst olmuştur. Gentizon, 1925 yılı sonbaharında yeni döneme başlayan TBMM’nin
açılışında bütün milletvekillerinin eksiksiz olarak, son model frak, gömlek ve
beyaz kravat, siyah ayakkabı giyinmiş olduklarını belirtmiştir. Müslüman bir
meclisin milletvekillerinin ilk defa başı açık oturduklarını, oysa o sırada aynı
peygamberin yolunda olan Mısır, Efgan temsilcilerinin bir kısmının localarında
fesleriyle, bir kısmının da kalpaklarıyla oturduklarını ifade etmiştir.
Ankara’daki bu durum ile eski gösterişli, görkemli, renk renk işlemeli, sırmalı
ve yaldızlarla süslü bakanlar yerini sade siyah giysilere bırakmıştı, diyen
Gentizon, Küçük Asya’nın göbeğinde bir Müslüman meclisinde mi yoksa Batı
Avrupa’nın bir parlamentosunda mıyız diye kendi kendine sormadan edememiştir.
Siyah elbise tercihi ile Türkiye’nin batılı toplumların Fransız İhtilali’nden
ve imparatorluk savaşlarından sonraki görünümüne büründüğü yorumunu yapmıştır.
1923’te Konya’da kadınlara hitaben yaptığı bir
konuşmasında Atatürk; kadınların her zaman her yerde erkeği ile birlikte yan
yana yaşayıp çalıştığını, savaşta çift süren, tarlayı eken, ürününü satan ve
aynı zamanda kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, kış, yaz demeyip cepheye
malzeme taşıyan fedakâr Anadolu kadınlarımız olduğunu dedikten sonra kadının
giyimde ya çok açık veya çok kapalı olacak şekilde aşırıya kaçtığını bunun da
dini kurallara aykırı olduğunu belirtmiştir. Kadının giyiminde din, gelenek, akıl
ve mantık çerçevesinde aşırıya kaçılmamasını ve sade olunması gerektiğini, kadının
kıyafetinden ziyade bilim yolunda ilerlemesinin önemini vurgulamıştır”
Atatürk gerçekleştirdiği inkılâplara bizzat
kendisi öncülük etmiş, şık kıyafetleri ile topluma örnek olmuştur. Yurt dışından
veya Türkiye’nin en iyi terzilerinden giyinen Atatürk’ün kıyafetleri devrin
ileri gelenleri tarafından örnek alınmış ve ölümünden sonra Anıtkabir’deki
müzeye kaldırılmıştır.
Atatürk’ün sivil kıyafetlerini ele alan bir
araştırmaya göre, O, dönemin Avrupa modasını yakından takip etmiş ve kendisine
yakışanı kullanmıştır. Kendisi renk olarak kahverengi ve siyahı tercih
etmiştir. Giydiği her giysisi ayakkabısından şapkasına, kol düğmesinden
bastonuna büyük bir bütünlük içinde olmuş ve aksesuar olarak şapka, mendil ve
ahşap baston kullanmıştır. Şapka devriminden sonra her kıyafetiyle uyumlu şapka
kullanmaya çalışmıştır. Saati kösteklidir. Denizde mayo ile ayaklarına sandalet
türünde yazlık ayakkabı, spor takımlarının altına potin, çizme ve frak takımının
altına ise frak terliği giymiştir. Kıyafetinin rengine göre kışın düz veya
desenli yün, yazın ise pamuklu ve merserize çoraplar giymiştir. Zamanının en şık
erkeği olan Atatürk, frak ceketi ile siyah melon şapkayı, ipek beyaz, beyaz
deri eldivenleri, siyah rugan ayakkabıyı, smokini ise resmi davetlerde giyerdi
ve frak terliği 42 numara deridendi.
Şapkanın kabulüyle birlikte Türkiye’de çağdaş
giyimin adabı da oluşmuş, şapkayla giyilecek kıyafetler değişmeye başlanmıştır.
Örneğin resmi serpuş, frakla, smokinle, redingot ve bonjurla giyilebilirdi.
Smokin resmi davetlerde giyilen bir kıyafetti. l930 larda yaşanan Dünya
ekonomik krizinin Türkiye’yi de etkilemesi üzerine ekonomide devletçilik ilkesi
uygulanmış ve 1933’te Sümerbank gibi önemli devlet kuruluşları açılmıştır.
Böylece ekonomideki devletçilik ilkesinin gereği olarak kıyafet de devletin
denetimine girmiştir. Bu dönemlerde yerli malı kullanılması, yabancı ürüne rağbet
edilmemesi teşvik edilmiştir.
Atatürk’ün şahsında Cumhuriyetin erkek ve kadını,
temiz giyinen, kıyafetine özen gösteren ve yerli ürünlere ağırlık veren bir
görünüm çizmektedir.
Kültürü medeniyetten ayırmayan Atatürk, Onuncu
yıl nutkunda “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız
derken her alanda medenîleşmeyi hedeflemiştir. O’na göre medeniyet, bilim ve
teknikle birlikte yaşam biçimini dolayısıyla kıyafeti de içine almaktadır. Kıyafetteki
değişim bunun bir parçasıdır.
Atatürk, çeşitli vesilelerle yurt gezilerine çıkmıştır.
Bu gezilerinden biri şapka inkılâbını başlattığı Kastamonu gezisidir. 24 Ağustos
1925’te geldiği şehirde büyük bir kalabalık tarafından karşılanmıştır. O’nun
başının açıklığını ve elinde bir panama şapkası gören halk fes ve sarıklarını çıkarmışlardır.
Kastamonu- İnebolu gezisinden sonra arkadaşlarının başında beyaz birer panama
şapkası vardı. Hep birlikte Gaziyle fotoğraf çektirmişlerdi, bunlar “İlk şapkalılardı.”
Artık Ankara’da fesliler değil şapkalılar çoğunluktaydı.
1 Eylül’de Ankara’ya dönen Atatürk, halkın
desteği ile karşılaşmış ve şapkayı benimseyen Ankaralılar tarafından karşılanmıştı.
Ertesi gün 2 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulu
kararnamesi ile ordu ve donanma mensuplarıyla ulemanın ve hakimlerin dışındaki
bütün memurlar için Avrupa’da kullanılan elbise ve şapkanın giyilmesi zorunlu kılınıyordu.
Ayrıca bir başka kararname ile din adamları için beyaz sarık ve siyah lata
kabul edilmişti. Din adamları dinî kıyafetlerini sadece görevleri başında
giyinebilecekler, onun dışında sivil elbise giyinebileceklerdi. Cumhuriyet
Bayramındaki kabul töreninde serpuşların çıkarılması istenmiş, din adamı olmayanların
dinî kıyafetle gezmeleri yasaklanmıştır. Aksine davranışların bir yıla kadar
hapisle cezalandırılması kararlaştırılmıştır. Mustafa Kemal gittiği Bursa, Balıkesir,
İzmir, Konya ve Afyon’da konu hakkındaki görüşlerini açıklamıştır.
Meclis’e verilen teklif tartışmalardan sonra
25 Teşrinisani (Kasım) 1341 (1925) tarihinde 671 sayılı yasayla Şapka
giyilmesini düzenleyen ‘Şapka İktisası’ Kanunu kabul edilmiştir. Buna göre,
milletvekilleri, bütün memurlar şapka giymek zorundaydılar. Türk halkının milli
serpuşu şapka olmuştur. Şapkanın giyilmesi zorunluluğu sadece resmi görevliler
ve milletvekilleri içindi ve kadınlarla, halkı kapsamıyordu. Tepki yaratmamak
için kadınların kıyafeti olan peçe ve çarşafın yasaklanmasıyla ilgili bir yasa
çıkarılmamıştır. Ama kadınların modern giyinmesi teşvik edilmiştir. Sarık, cami
ve mescitlerde bir vazife kisvesi haline getirilmiştir. Şehirlerdeki sarıklı,
şalvarlı ve fesli görünüş ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Askerlerin
kullandığı şapkalar, batılı orduların şapkaları ile yenilenmiştir.
Kıyafetteki değişim meslekî kıyafetlerde de
görülmüştür. Asker, polis, sporcu, denizci, öğrenci üniformalarına çöpçülerin kıyafeti
de eklenmiştir. Cumhuriyetin 21 Şubat 1925’te İstanbul’da açılan ilk hemşire
okulu olan Kızılay Özel Hemşire okulunda Müdür Vekili olarak görev yapan Esma
Deniz’in çabalarıyla hemşire öğrencilerinin dış giyimlerinde o tarihe kadar
başlarına örttükleri ‘peçe’ yerine ‘şapka’ giymeleri sağlanmıştır. Şapka Kanunu
gereği eskiyi simgeleyen sarık ve fesin giyilmesi yasaklanmış ve yeniliğin
sembolü şapka resmi başlık olmuştur. Böylece kişiler arasındaki ayrımının
geleneksel belirleyici simgeleri tarihe karışmış ve gelişmiş ülkelerle ortak kıyafet
kabul edilmiştir.
Şapka Kanunu’na ve diğer yasaklamalara
Anadolu’nun çeşitli yerlerinde özellikle Malatya, Kayseri, Sivas, Maraş, Rize
ve Erzurum gibi vilayetlerde tepkiler ortaya çıkmıştır. Bu değişim bazı
çevreler tarafından “Din elden gidiyor” şeklinde yorumlanmıştır.
Atatürk’ün, üzerinde durduğu diğer bir konu
ise dinî kıyafet meselesiydi. Osmanlı döneminde medreseden yetişmiş ulemanın
cübbe, sakal ve sarıktan oluşan özel dinî kıyafetleri vardı. Bu kıyafetleri
giyenlerin dini bilgisi bulunan fazilet sahibi insanlar olduklarına işaret
ederdi. Fakat bu kıyafetler zamanla kendilerini bu sıfatlara benzetmek isteyen
medrese eğitimi olmayan bazı kişilerin de istismarına yol açmıştı. Halkın din
duygularını istismar eden yetkisiz kimselere fırsat vermemek için dinî kıyafet
konusunda da yasal düzenlemeler yapılmıştır. 3 Aralık 1934’te 2596 sayılı Kanun
ile ruhanî kisve, ancak mabette giyilecek ibadet ettikten sonra çıkarılacaktır.
Buna Müslim ve Gayrimüslim bütün ruhaniler uyacaklardı.
Kanun ile din adamlarının mabetler ve törenler
dışında özel kıyafet giymeleri yasaklanmış, ancak hükümetin izniyle mabet ve
din törenleri dışında da geçici nitelikte özel kılıkların giyilebileceği hüküm
altına alınmıştır. Kanunen kurulmuş izcilik ve sporculuk gibi dernek ve kulüp
gibi kurum mensuplarının ve öğrencilerinin usule uygun kıyafet giyebilmeleri ve
simgeleri ile Türkiye’ye girebilmeleri hükümetin iznine bağlanmıştır. Kanuna
göre mabetlerin dışında ruhani kisveyi yalnız her dinden bir kişi taşıyabilecekti.
Kanunun kabulünden sonra ortaya çıkacak tepkileri önlemek için Emniyet gerekli
uyarıları yapmıştır. Kisve Kanunu’nun hoca ve papazlara duyurulmasını, hoca ve
papazların cami ve kiliselerde gizli ve açık halkı tahrik etmelerinin önlenmesi
ve uyanık olunması istenmektedir.
Türkiye’de yaşayan Ermeni, Musevi ve Rumlar,
din adamlarının kıyafetlerinin düzenlenmesine ve Hükümetin bu konudaki
uygulamalarına olumlu bakarlarken, iyi dostluk ilişkilerinin kurulduğu bir
dönemde özellikle Yunanistan’da basın konuya sert tepki göstermiştir.
Katoliklerin tepkisine karşılık Protestanlar daha ılımlı karşılamıştır. Bu da Hıristiyanlıktaki
mezheplerin dine ve kıyafete bakışlarındaki farklılıktan kaynaklanıyor olsa
gerektir.
Erkeklerin ve din adamlarının kıyafetlerinin
düzenlenmesinden sonra kadınların Batılı kadınlar gibi giyinmeleri ‘çağdaşlık’
göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde kadın giyimine ilişkin herhangi
bir yasal düzenleme getirilmemişti. Ancak, fes ve sarığı yasaklayan Şapka
Kanunu ve kadın erkek eşitliğine ilişkin çıkarılan 1926 tarihli Medenî Kanun
sonrası kadının peçe ve çarşafı çıkarması ve çağdaş kıyafeti benimsemesi
istenmiştir. Bu konuda yerel yönetimler ve basın yoluyla kamuoyu oluşturulmaya
çalışılmıştır. Trabzon, Giresun, Sivas gibi illerle bazı ilçelerde peçe ve
çarşaf giyilmesi yasaklanmıştır.
Çarşaf ve peçe geri kalmışlığın sembolü olarak
değerlendirilmiş, kadınların fikren olduğu gibi şeklen de medenî olmaları
gerektiği üzerinde durulmuştur. Hukuk alanındaki eşitlikten sonra pek çok
Avrupa ülkesinden önce Türkiye’de kadın 1930’da belediye seçimlerine katılmış,
1934’te de milletvekili seçme ve seçilme haklarını elde etmiştir. Siyasal
hakların -seçimlerde oy kullanırken- kullanılması sırasında yaşanacak bazı olay
ve aksaklıklar düşünülerek peçe ve çarşafın yasaklanması konusu gündeme
gelmiştir. Çağdaş giyimin yerleşmesi için kız teknik okulları açılmış, güzellik
yarışmaları ve defileler düzenlenmiştir.
İnsanın dış giyimi bir anlamda için dışa
vurumu olarak kabul edildiğinden, modern düşünmeyi ve yaşamayı sağlamanın yolu
kıyafetin değişmesine bağlanmıştır. Türklerde son asırda kıyafette yaşanan değişim,
medenileşmenin simgesi olarak kabul edilmişti. Yalnız bu değişimi sağlamak
kolay bir iş değildi. Genelde bu konudaki değişim sanki din değiştirmekle ve o
topluma benzemekle eşdeğer tutulmaktaydı. Zira toplumun dinî simge olarak kabul
ettiği bir başlığı değiştirmek oldukça önemliydi. Nitekim, tarih boyunca İslam
toplumları ile Hıristiyanların arasındaki önemli farklardan biri de kıyafetleriydi.
Ne var ki, insanlık var olduğu sürece kıyafet
de zamana göre değişen, gelişen ve farklılıklar gösteren canlı bir organizma
gibi bütün dünyada gündemin bir konusu olmayı sürdürecektir. Gelişmiş
toplumlardan az gelişmiş toplumlara doğru çeşitli vesilelerle yılın modası adı
altında, hem tüketim ekonomisini körükleme, hem de bu vesileyle kültür emperyalizmini
bilinç altlarına yerleştirme çalışmaları devam edecektir. Kıyafet konusu dünya
var oldukça en büyük topluluklardan en küçük topluluk olan çekirdek aileye
kadar günün konuşmasını ve tartışmasını kapsayıp gidecektir ve her dönemde olduğu
gibi egemen ve üstün olan bu alanda da öncülüğünü sürdürecektir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder